Kırmızı Pazartesi’li Bir Sabaha Uyanmak

Fotoğraf: Batu Bozkürk, DW

Azad Bedirhan

G. Gabriel Marquez’in işleneceğini herkesin bildiği ama engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayetin hikâyesini anlattığı “Kırmızı Pazartesi” romanının Türkiye uyarlaması gibi korkunç bir pazartesiye uyandık. Tarih: 06.02.2023 Pazartesi. Sabaha doğru ve öğle vakti merkez üssü Maraş olan 7.7 ve 7.6’lık iki büyük deprem, on bir ilde Cumhuriyet tarihinde eşine rastlanmayacak şekilde büyük can kayıplarına, toplumsal travmaya yol açtı. 

On binlerce insanımız; günümüz saraylıların envai çeşit suçlarla dolu sofrasında bağdaş kurarak hırsızlığı, arsızlığı, ahlaksızlığı düstur edinmiş vasıfsız müteahhitlerin yaptığı kağıttan evlerde beton yığınları altında kalarak can verdiler. Yaşayacakları belki daha nice günleri varken hayatları göz göre göre ellerinden çalındı… 

Ortada devlet adına hiçbir arama-kurtarma ekibinin olmadığı bir yerde on binlerce insan, enkaz yığınları altında saatlerce bir umut kurtarılmayı beklediler. Ellerinde hiçbir alet, edevat olmadan elleri, tırnaklarıyla insanları çıkarma telaşında olan sivil halk, hiçbir şey yapamamanın verdiği çaresizlik içinde enkaz altındaki sevdiklerinin yeri göğü inleten çığlıklarıyla trajik bir şekilde ölümlerine şahit oldular. Her şeyin saniyeler içinde olup bittiği bir zaman diliminde eşini, çocuğunu, yakınını kaybetmenin yarattığı o tarifi imkânsız derin acı… Düşünün ki gece gündüz çalışıp didinerek borç, harç bir ev sahibi olduğunuzu sanıyorsunuz ama gün geliyor o ev size ve sevdiklerinize mezar oluyor. İnsanın havsalasının almadığı, düşündükçe öfkeden çıldırtan ne hazin bir trajedidir bu ya Rab. 

Peki, on binlerce insanın yaşamını yitirmesine, geride kalanların yaralanmasına, evsiz barksız kalmasına, doğup büyüdüğü diyarlardan havasını, suyunu bilmediği bambaşka kentlere göç etmesinin sebebi neydi? Ustaca kurgulanmış bir PR faaliyeti olarak “yüzyılın felaketi” diye ana akım medya aracılığıyla kitlelere pazarlanan salt deprem miydi suçlu olan? Yoksa ülkenin bir deprem kuşağı içinde bulunduğu gerçekliğinden azade, “İnşaat Ya Resulullah!” deyip iktidarın bilim ve doğa düşmanı rant ve talan politikalarıyla özdeş bir şekilde üç-beş daha fazla kar etmek uğruna insan hayatını hiçe sayan ahlaksız müteahhitler mi?

Müteahhitlerle al takke ver külah ilişkisi içerisinde bilumum imtiyaz ve rüşvet karşılığında o binalara ruhsat veren belediyelerde mi suç? Ya da o binaları inşa aşamasında denetlemesi gereken ama sadece kâğıt üstünde denetleyen imza atıp geçmekten başka bir halt yapmayan yapı denetim görevlilerinde mi suç? Yoksa 1999 depreminden sonra bir daha böyle acılar yaşamayalım diye özel iletişim vergisi adı altında milyonlarca yurttaştan depreme hazırlık amaçlı milyarlarca dolar para toplayan ama hiçbir önlem almadığını çok acı bir şekilde somut olarak gördüğümüz devlette mi suç? Bana dokunmayan yılan değil bin yıl mümkünse on binlerce yıl yaşasın konformizmiyle gündelik hayatlarımızın anormalleştirilen rutininde çevremizde yaşadığımız, tanık olduğumuz türlü hukuksuzluklara, farklı şekillerde meydana gelen nice kırmızı pazartesilere yeterince ses çıkar(a)mayan toplum olarak biz de mi suç? 

Ülkenin yıllardır; hukukun üstünlüğü, şeffaflık, liyakat, denetim, hesap verilebilirlik ilkelerinden uzak salt olay yeri girilmez şeridiyle çevrili olduğu gerçekliğini göz önüne aldığımızda vicdan sahibi her yurttaşın yanıtını bildiği tüm bu sorular, yakıcı hakikatlerin orta yerinde Foucault sarkacı misali salınıp duruyor. Ne diyordu John Dolberg: “İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır.”

Sonuçta hal-i pür melalimiz, halk ozanı Âşık Serdari’nin dizelerinde dediği gibidir; “Nesini söyleyim canım efendim/Gayrı düzen tutmaz telimiz bizim/Arzuhal eylesem deftere sığmaz/ Omuzdan kesilmiş kolumuz bizim (…)”

Gerçekten nesini, hangi birini söyleyelim? İnsanlar enkaz altında kurtarılmayı beklerken en kritik saatlerde gerekli ekipmanlarla arama kurtarma yapılmaması nedeniyle o canların nasıl ölüme terk edildiklerini mi söyleyelim, kefen bulamadıkları için ölülerini battaniyeye sarmak zorunda bırakılan o çaresiz, acılı insanları mı söyleyelim, insanlar soğukta çadır diye feryat ederken misyonu belli yüzlerce yıllık bir kamu kurumunun ücreti mukabilinde nasıl çadır sattığını mı söyleyelim; onlarca koruma ordusuyla, lüks çakarlı araçlarıyla sergi gezer gibi enkaz alanlarını gezen, kameralar önünde birbirlerinin önüne geçme yarışına giren şovmen siyasetçileri mi söyleyelim, on binlerce insan hayatını kaybetmişken sorumlulardan bir tek kişinin bile istifa etmemesini mi söyleyelim, kısaca zamanında alınması gereken önlemlerin alınmaması sebebiyle doğal bir afetin nasıl toplumsal bir felakete dönüştürüldüğünü mü söyleyelim?

Velhasıl-ı kelam, insanlık onurunu ayaklar altına alıp vatandaşını salt bir meta olarak gören bu ahlaksız, ilkesiz, çürümüş düzene karşı öfkemizi; mücadeleden ödün vermeden her daim diri tutmalıyız. Diri tutmalıyız ki hayalleri, umutları, yaşanması mümkünken yaşayamadıkları mutlulukları olan hikâyeleri yarım bırakılan nice çocukların, nice canın hesabını sorabilelim. Umutsuzluğa yer yok çünkü yaşam, ulu çınar Yaşar Kemal’in de dediği gibi “umutsuzluktan umut üretmektir.”

Bu yazı, Sanat Üretimine Teşvik Programı kapsamında Leyli Sanat Derneği web alanında sunulmuştur. İçeriğin sorumluluğu tamamıyla yazara aittir ve derneğin görüşlerini yansıtmamaktadır.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir